25 Ağustos 2011 Perşembe

NOT

24.08.2011 sabahı, saat 7.50. Defnoş'u bırakmak üzere ananeye doğru evden çıkıyoruz. Yan komşumuz elinde köpeği, bizimle selamlaşarak geçiyor. Defne onların peşinden bakıp:

- Aaaa tedi, gel! diyor.

Köpeğe kedi filan diyor ama cümle kuruyor o sırada kuşum. İlk cümlesidir, tarihe not!!!

DEFNOŞ'UN İLK TATİLİ

Unutmayayım. Bu kızımın ilk tatiliydi.

15.08.2011 Pazartesi sabahı, saat 7.30 gibi çıktık evden. Düştük yollara. M. direksiyonda, biz Defnoş
ile arkada, Defnoş koltuğunda. İlk uzun araba yolculuğu bir de Defne’nin. Bende korkular, duracak mı, sıkılacak mı, koltuğunda oturacak mı?

Gebze’den arabalı feribota bineceğiz yolu biraz kısaltmak için. Oraya kadar güzel güzel koltuğunda oturdu kızım, kendi kendine oynadı. Feribota vardığımızda da sıra yoktu hemen bindik ve hemen kalktı feribot. Yukarıya çıktık ama çok esiyordu, içerde oturduk. Defnoş’da böylece gezme fırsatı buldu, hemen koşturmacaya başladı. Kısa süren feribot yolculuğundan sonra Topçular’da indik. Tekrar yola çıktık ama saat 9.00’u geçiyordu, yol kenarında bir cafede oturup kahvaltı ettik, açıldık uykularımızdan. Cafenin arka bahçesinde eskimiş salıncak, kaydırak filan vardı. Defnoş oralarda takıldı biraz. Sonra arabaya bindik yine...

Bir daha Susurluk’a kadar durmadan devam ettik, Defnoş’da uyudu. Ben yanıma bir sırt çantası
almıştım, Defnoş’a bez, ıslak mendil, yedek kıyafetler filan. Her dakika bagaj açmaktansa bu çanta çok işimize yaradı. Susurluk’ta ki yemek molasından sonra tam gaz devam ettik ve öğlen 15.00’i geçerken Sarımsaklı’ya vardık. Otelimiz çok güzel ve tertemizdi. Tüm odaların baktığı ortadaki kocaman palmiyeli ve çimenli bahçe büyük kurtarıcımız oldu tatil boyunca. Akşam ve sabah kahvaltısı sırasında tüm çocuklar bahçeye dağılıp peşpeşe koşuyorlardı. Bizim ufaklık da dahildi tabii ki buna.

İlk gün otele vardıktan sonra yerleşip, hazırlanıp denize gittik. Deniz zaten otelin önü. Kısa bir yoldan geçip kumsala giriyorsun direk. Çok geniş bir kumsalı var ve deniz cam gibiydi. Çok güzeldi gerçekten. Yalnız bir problem vardı, o da denizin çok soğuk olması. M. günde sadece bir kere girebiliyordu, Defne’yi de çok uzun tutamıyordum bir müddet sonra üşüyordu ama benim koca yürekli kızım daha ilk günden hiç korkmadan benim elimi tutup giriverdi denize.


Biraz plajda oynayıp döndük otele. Yıkanıp süslenip yemeğe çıktık. O bahçede, çimenlerin üzerinde yenen, az ama lezzetli yemeklerde çok güzeldi gerçekten. Yemekten sonra, Defnoş’u arabasına bindirip gezmeye çıktık. Otelle denizin arasındaki yol, akşamları trafiğe kapatılarak yürüyüş yoluna çevriliyor. Herkez yürümeye başlıyor bu yolu. Tabii yol kenarı cafeler, dükkanlarla dolu. Defnoş daha dönüşe başlamadan uyuyup kaldı yol yorgunluğundan daha saat 21.30 bile olmadan. Bizde biraz otelin bahçesinde oturduktan sonra Defnoş arabasında uyurken, akabınde yatağa daldık. Yol yorgunuyduk...

İkinci gün Defnoş Hanım sabahın 7.00’sinde uyandı tabii. Odada oyalandık, çıktık bahçede gezindik,yolun karşındaki parkta sallandık filan M. uyurken. Sonra 9.00’u geçerken kahvaltıya oturduk,sonrasında yine denize gittik. Akşamdan Defnoş’a kova-kürek takımı almış, tenteli simidini şişirmiştik. Yine cup diye girdi kuzum suya, simidine binmeyi de sevdi. Birlikte yüzdük, eğlendik. Kumsalda da öyle güzel oynadı ki kovasıyla kürekleriyle, iyi ki aldık dedik.

11.30 gibi odamıza dönüp hazırlandıktan sonra öğle yemeği için çıktık otelden. Ama biz bir yer bulana kadar kuzum uyudu. Biz birşeyler yiyip döndük otele ve Defnoş 15.30’a kadar uyumaya devam
etti. Uyanınca otelin güler yüzlü personeli bize pilav ve yoğurt hazırladı – normalde öğle yemeği vermiyorlar, yani yarım pansiyon -. Yemek sonrası yine deniz, kum, eğlence derken 19.00’a kadar plajda kaldık. Akşam yemek sonrası yine çarşıda biraz dolaşıp, lunaparka gidelim dedik ama Defnoş yine daha lunaparka varamadan uyudu. Babasıyla bizde onun için bir ayı kazanıp dolana dolana otele döndük.

Son günümüzde sabah, öğle ve akşam yemeğine kadar aynıydı. Akşam bir değişiklik yapıp Cunda
Adası’na gittik. Orası da çok güzeldi. Bu kez Defnoş yolda kestirince biraz, orada gezebildi. Otele dönerken de tekrar uyudu.

Oteldeki herkes, Defnoş’la çok ilgilendi. Özellikle Tekirdağ’dan gelen 3 aile ve kızları Defnoş’u bize bırakmadılar desem yeri. Defnoş’da kimseyi yabancılamadığı için sevdirdi kendini. Bir yığın çocuk olduğu için hepsiyle koşup oynadı ama en çok Hello Kitty’e benzeyen Deniz, Defne’den 1 yaş büyüktü, en çok oynadığı arkadaşı oldu.

Sabah kahvaltı sonrası, 10.30 gibi çıktık yola. Dönüşte Balıkesir değil Çanakkale yolunu tercik ettik. Altınoluk’taki dayıma uğradık, Cunda’dan zeytinyağı ve zeytin, Ezine’den peynir, Çanakkale’den domates ala ala, geze geze geldik. Defnoş dönüş yolunda da hiç arıza çıkarmadı ve bol bol uyudu. Tüm tatilde müthiş uyumlu ve sorunsuzdu kuzum. Sadece yemek yemeyi iyice azalttı, beni gıcık etti.

Kısacası kısa ama öz bir tatil yaptık. Kuzumun sorun çıkarmaması, rahatsızlanmaması ve tabi ki doğru mekan sayesinde güzel bir tatil geçirdik. Bakalım seneye neler olacak?

12 Ağustos 2011 Cuma

Defne Büyüyor...

Defnoş'la 2 gün sonra tatile çıkıyoruz. Nasıl geçicek, ne yapacağız, erkenden dönüp gelecek miyiz hiç bilmiyorum. Bir cesaret çıkıyoruz pazartesi yola...

Çok uzaklara gitmiyoruz, gerektiğinde dönebilelim diye. Ama yine de 7 saatlik bir yol yapacağız. Yolculukta beni korkutuyor biraz. Her saat başı duracakmışız gibi geliyor ama göreceğiz bakalım.

Biz geçen ay doktorumuzu değiştirdik. Hem eski doktorumuzun hastane değiştirmesi ve bu hastanenin bize biraz ters kalması, hem de doğduğundan beri değiştirmediğimiz doktorumuzun atlatdığı birşeyler varsa onları görebilmek adına. Nitekim yeni doktorumuz eski doktorumuzun tersine; sadece boy uzamasının yeterli olmadığınız kilo alımınında gerekli olduğunu savunuyor. Nitekim 2 aylık bir sürede Defne'nin boyu 2,5 cm uzamasına rağmen, sadece 50 gr'lık bir kilo alımıyla ters bir ivme çizmiş durumda. Hoş yeni doktorumuz; şu an patlatmaya çalıştığı azı dişlerinin ve yürümesininde kilo alımının düşmesinde etkisinin büyük olduğunu söyledi.

Şimdi 1 aylık süreçte beslenme planımız biraz değişti. Sabah kahvaltısındaki bebe bisküvisini azalttık ve ekmeği arttırdık. Aralarda verdiğimiz meyve ve yoğurt miktarınıda düşürdük ki; ana öğünlerde daha fazla yemek yiyebilsin. Ve her öğünde çorbanın yanı sıra bir çeşit de yemek yedirmeğe başladık. Bu kısmı öğlen yemeklerinde oturtamadık ama akşamları artık muhakkak hem çorbasını hem yemeğini yiyor. Yemek yeme isteğini arttırmak için kendisinin yemesini önerdi yeni doktorumuz ve bu işe yaradı. Çorbasını içtikten sonra biraz kendi biraz ben derken yemek yemeye de alışmış durumda. Böylece inceden katı yemeklere de başlamış olduk böylece. Defne bu konuda çok kalın bir duvar örmüştü önümüze. Kesinlikle katı yemiyor anında öğürerek geri çıkarıyordu ama artık bayağı yemeye başladı. Tabi bunda çıkarabildiği azı dişlerininde etkisi büyük.

Bu ay sonunda tekrar gideceğiz yeni doktorumuza. Kilo ve boyuna bakacak ve eğer kilo alımı yine çok az ise, birkaç test yapacakmış. Alerjilerine bakacakmış. Eğer herşey normalse, "bu çocuğun tipi bu" diyebilrmişiz. Görücez.

Bu arada Defne artık bebek değil,çocuk gerçekten. Bebek kokusu taşımıyor artık, yüzünde iyiden iyiye şekillenen bir karakter var. Zaten artık bir birey olduğunu bağıra bağıra hissettiriyor bize. İstemediği hiçbir şeyi yaptıramıyoruz ve istediği şeylerin çoğunu yapıyoruz. Derdini anlatıyor. 20 numara ayakkabı giyiyor. "Bitti mi annecim?" deyince "Bitti" diye cevap verecek kadar büyüdü yavrum.

Zaman daha neler gösterecek bize?

9 Ağustos 2011 Salı

Ne Oluyor Bize Böyle?

Ne klişe bir cümle değil mi? Öyle çok kullanıldı ki içi boşaldı sanki. Ama benim yaşadığım duruma çok uygun, kullanmak zorundayım.
Ben yaklaşık 8 sene, küçük bir aile şirketinde çalıştım. İlk ciddi iş tecrübemdi, bir tanıdığımız orada çalışıyordu ve onun vasıtası ile girmiştim. Küçük bir şirket olunca, hem en tepedekiyle bile bir müddet sonra samimi olunuyor hem de az insan olduğundan çıkar çatışmaları da minimumda kalıyor. Hoş ben evlenirken, çok samimi sandığım patronlarım ne düğünüme geldi ne de oturup kahve içtiğim eşleri bir tebrik etti. Demek ben orada da yanlış algılamışım tüm samimiyeti. Her neyse...
Şimdi 3 senedir büyük bir bankada çalışıyorum. Genelin tersine kimseyle bir çatışmam, küslüğüm olmadı şimdiye dek. Herkesle hoşsohbet kalmaya ancak bu insanlardan beklentilerimi de minimumda tutmaya özen gösteriyorum. Belki de o yüzden kimseyle küsmedim, beklentim olmadığı için. Ancak bugün yaşadığım bir olay ve bu olayla ilgili duyduğum yorumlar, gerçekten “NE OLUYOR BİZE BÖYLE?” dedirtti.
Sabah işe geldiğimde, karşımda oturan arkadaşımı herzamanki halinden daha durgun gördüm. Aslında yine gülüp konuşuyordu ama sürekli şakalaştığım insanın bana hiçbir şey söylememesi, bir şey sorduğumda “HAYIR” deyip kestirip atması dikkatimi çekti. “AÇIK OFİS” dediğimiz yarı hapishane ortamında çalışıyoruz biz. Herkese açık ama aslında kapalı olan mekanlar. Çalışma arkadaşını çenesinden itibaren görebildiğin kare masalar. Dolayısıyla oldukça yakın çalıştığım bu insan, günün en az 8 saatini de birlikte geçirdiğim kişi. Herzamanki halinden daha farklıysa bunu fark edebiliyorum kısaca.
Biraz daha zaman geçtiğinde durgunluğu geçmediği için sordum:
-          F.Abla, iyi misin sen? Biraz durgun görünüyorsun.
-          Neden böyle birşey soruyorsun şimdi?
-          Yani biraz moralin bozuk gibi geldi de...
-          Neden moralim bozuk olsun? Neden böyle birşey yaptın hiç anlamadım ben...
Daha başka şeylerde söyledi gayet sert bir tavırla. Ben hala ama durgun gözüküyordun diye açıklamaya çalışıyordum sorduğum sorunun nedenini. Sonra bıraktım, önüme döndüm ama çok üzüldüm. Bir arkadaşıma hatır sorduğum için bu kadar terslenmek kırdı beni.
Saatler geçtikçe arkadaşımın bana karşı tepkisizliği arttı. Her zaman sürekli konuştuğum insan öğlene kadar tek laf etmedi, orda yokmuşum gibi davrandı. Bir müddet sonra benimde bütün sinirlerim gerildi çünkü ben hariç herkesle muhabbeti gayet güzel devam ediyordu. Olay benimle sınırlıydı.
Öğlen yemeğine doğru tuvalete gittiğimde o da oradaydı. Yine beni görmezden geliyordu ki artık bu durum iyice sinirlerimi bozduğundan dikildim karşısına.
-          Ne oluyor F.Abla? Nedir bu hallerin?
-          Bazen beni çok kızdırıyorsun S. Çok anlamsız şeyler yapıyorsun.
-          Ne gibi?
-          Bugün bana neden  “Moralin mi bozuk? İyi misin?” gibi sorular sorup beni geriyorsun? Benim hiçbirşeyim yokken hemde. Daha öncede yaptın bunu ve bu çok saçma.
-          Hatırını sormam mı saçma? Durgun gördüğüm için iyi misin demem mi saçma?
-          Evet çok saçma. Durgun falan değildim ben herkesle konuşuyordum.
-          Özür dilerim, bundan sonra sormam...
Deyip ayrıldım yanından. O hala arkamdan “evet sorma” diye bağırıyordu. Bir insana “İyi misin, canın birşeye mi sıkkın?” demek ne zaman kötü oldu allahaşkına...
Sonra bu olayı anlattığım birkaç kişi de “Bana da sorulsa böyle bir şey sinirim bozulurdu” diyerek F.Abla’yı haklı buldular.
Şoka girdim. Yani sen haftanın 5 günü, 8 saatini geçir ama sadece gül ve eğlen. Sıkıntılı görsen de “ne oldu” diye sorma. Hiçbir derdine ortak olma. Zaten ilk çıkar çatışmasında da çiz üstünü , araya bir takvim yerleştir ki yarım olarak gördüğün yüzünü de görme. Böyle bir ömür geçir.
Eski bankacılar eskilerden bahseder hep. Şöyle görüşürdük böyle iyi dosttuk diye. Şimdi kimsenin kimseyle dışarda görüştüğü yok da, bana Defnoş’u sorduklarında anlatınca hallerini, “Ay sana gelelim de sevelim” diyorlar. Ayarlayıp davet ediyorum, hepsi bir bahane bulup reddediyorlar akabinde. Herşey lafta, dostluklar da öyle keza...
Herkesin evi cennet gibi artık. Varımızı yoğumuzu dekorasyona yatırıyoruz, tarz evler yaratıyoruz. Sonra o evlerde, o masalarda, o güzelim yemek takımlarında kimseyi ağırlamadan yenileriyle değiştiriyoruz. Gittikçe yalnızlaşıyoruz, gittikçe dostluk diye birşey bırakmıyoruz içimizde. Ne acı...

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Ne Yoğunn...Ne Güzel...

Ben kesinlikle ev kadını olamazmışım. Evde oturduğum, rutin ev işlerini yaptığım haftasonları bana öyle sıkıcı, öyle yorucu geliyor ki... Tabii ben yine evimi süpüreyim sileyim, Defne ile erkenden kalktığımda çamaşırımı atayım makinaya ki, ben çıkana kadar yıkansın da asayım. Sonra duşumu alıp Defne’yi kaptığım gibi sokağa fırlayalım. Bak bu işte. Ben böylesini seviyorum.
Sonuçta pisliği de, dağınıklığı da sevmiyorum. Öyle de mutsuz olurum. Ama her haftasonu temizlik için mesela kadın alamıyorum. Çünkü eve kadın girince iş büyüyor, bende bir şeylere saldırıyorum, gün bitip gidiyor. Böyle ben sileyim süpüreyim, tozumu alayım çabuk çabuk; camım, koltuk altlarım, dipköşem kirlenince yani mesela ayda bir alayım kadını; iyi bana.
Temizliğe gelen F.Hanım’a da diyorum bunu, “ben ne ev işi ne yemek yapmayı seviyorum” diye; gülüyor F.Hanım. “Siz nasıl kadınsınız öyle” diyor. Öyle ya kadın dediğin temizliği, yemek yapmayı sever. Fakat ben sevmiyorum enteresan bir şekilde.
Zaten evlenene kadar yani 28 yaşıma kadar mecburen ve anne zorlaması dışında ne ev işi yaptım ne yemek. Yani doğuştan içimden gelmiyor bunlar benim. Yaşıtlarım türlü türlü yemek, pasta denerken evde; ben daha başka şeylerle ilgilenirdim. İçten gelen bir mesele bu “Kadın gibi kadın”lık müessesi annemin dediği gibi; benim hamurumda yok.
Neyse, bu haftasonu da Cumartesi kızışla oy-naş-ma- kı-kır-daş-ma derken saati dokuz edince kalktık. Kahvaltısını ettirdik Defne Hanım’ın. Ardından banyoya sokup yıkadım Defne’yi. Makinaya çamaşırları attım. 10.30 gibi M. kalktı. Kahvaltıyı hazırlarken Defne Hanım’ın uykusu geldi, onu uyuttum. Sonra kahvaltı ettik, ben mutfağı topladım.  M. su taşıdı bana, ben balkonları yıkadım. Çamaşırlar bitti onları astım. O sıra Defne Hanım uyandı.  M. evi süpürürken ben sildim. Bu sırada kıpırdak Defne Hanım tam üç kere ıslak yerlere basarak düştü. Ben halıya koyuyorum o parkeye iniyor. Bi de gıcıklık olsun diye gözümün içine baka baka bir ayağı halıda, diğer ayağıyla parkeye basıp ayağını kaçırıyor. Çok fena olacak bu kız...
Neyse, sonra Defne Hanım balkonda öğle yemeğini yedi. Ardından hazırlanarak çıktık evden. M. bizi anneme bıraktı, kendi işe gitti. Almanya’dan gelen kuzen İstinye Park’ı istiyormuş, gidip haladan onu alarak annem, ben, Defnoş, E.abi ve Almanyalı kuzen İstinye Park’a gittik. Orada kızlar ve erkekler olarak ayrı ayrı gezdik. Ben Defnoş’a alt bikini aldım C&A’dan. 19.30 gibi çıktık İstinye Park’tan, O. Dayının yanına Etiler’e geçtik. Onun müşterisi vardı, baktık saat 20.15. Çıktık Akmerkez’e gittik. Bir güzel yemek yedik, Defnoş’da dışarıda ilk yemeğini yemiş oldu böylece. Çorba ve döner yedi. Sonra O.dayı geldi, biraz oturduk, 21.30 gibi çıktık oradan, kuzeni halalara bıraktık, benim gözüm kanlanmıştı, Dünya Göz Hastanesi’ne uğradık, gözüm iltihaplanmış, oradan eve gidip kızışımla hemen yattık... (Yazarken yoruldum)
Pazar günü M. evdeydi. Yine sabah rutininden sonra ( birde yemek sıkıştırdım araya, yemeğimi bile yaptım), öğlen 3 gibi çıktık evden. Defnoş’a gidip lego aldık (deli gibi mandallarla oynuyor bütün gün), Sünger Bob’lu top aldık. Oradan benim göz ilaçları aldık ve Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi’ne doğru yola çıktık. Suyumuzu, meyvemizi hazırlamıştık evden çıkarken. Ancak yolda lafa dalıp Ataşehir’i geçince, nerede olduğumuzu anlayana kadar gişelere vardık. O sırada benzinde ışık yakınca, gişeleri geçip benzinci aramaya koyulduk. Sonra M. “bu kadar gelmişken bir Via Port’a mı baksak nasıl bir yer diye” bir fikir ortaya atınca oraya yollandık. Yemek yedik, gezdik, Defnoş ördeklere, atlara baktı. Kudurdu yine. Arabasında oturmadı, kucağımıza alınca her yerlerimizi ısırdı, elimizi bırakıp kendi kendine şarkılar söyleye söyleye gezdi. Açık hava olunca bende “alışveriş merkezi’ne tıkmayalım çocuğu” takıntısı da olmadı. O kaçtı biz kovaladık. Ona birkaç cici aldık. Sonra dönüş yoluna koyulduk ki kuşum uyudu. Nezahat Gökyiğit’i bir sonraki gezimize bırakarak eve döndük. Çıkarken makinaya çamaşır atmıştım, ben Defnoş’u yedirirken M.’de onları astı. Böylece bir haftasonu daha deli gibi koşturarak ama dolu dolu geçti.
Ps. Bazen beni çok gıcık etsen ve çok ağırkanlı olsan da, ev işlerinde yardımını asla gözardı etmem hayatım, sağolasın...

2 Ağustos 2011 Salı

Özgür Defne...

Dün, artık 14 aylık bir kız olan minik kuşum; yanında ben olmadan, ananesi, büyük teyzesi, yengesi ve büyük kuzen ablaları ile bensiz gezmelere gitti. Hem de taa Eyüb'e, Piyer Loti'ye. İlk vapur yolculuğunu bensiz yaptı, ilk kez teleferiğe bensiz bindi, ilk kez Piyer Loti'ye bensiz gitti. İçim işyerinde feci buruldu, çok fesatlandım ana kızışımın biraz daha büyüdüğünü fark ettim. Artık ben olmadanda bir yerlere gidebiliyor, bensiz koca bir günü dışarda geçirebiliyor. Haftasonu babanesi gittiğimizde, ne zaman onlara bırakmak için hazır olacağımı sordular. "Seneye yaza" dedim ama söylerken bile içim cız etti. İşyerine bırakıp giderken artık vicdan yapmıyorum bunu kabullendim ama onun dışında onu ne zaman biryerlere bıraksam içimde burnumum direğide sürekli sızlıyor ve buna engel olamıyorum. Ne zaman geçicek bu?